astrofizik: beyaz-adamın sömürgeci tahayyülü (sen haksızsın hawking ve sana laflar hazırladım)

kepler 22b’nin keşfi hakkındaki genel olarak düşüncelerim

sanırım 2009-2010 kışı, güney almanya’dan hollanda’ya trenle gidiyorum, şans eseri yanıma amerikalı bir iş adamı düşüyor. tekstil işinde olduğundan, çok seyahat ettiğinden, türkiye’den, tek taş yüzük almanın ayrıntılarından falan bahsediyor. bana işimi sorduğunda her zaman olduğu gibi şaşkınlık ve merakla karşılıyor ama “işimin diğer işlerden pek bir farkı yok, hatta sizinkisiyle benzer,” diyorum. “astrofizikçi olmak için, yaptığımız işi aynı bir tüccar gibi satmamız, talebin fazla olduğu alanlara yönelmemiz gerekiyor,” dememin üzerine, hangi alana talebin fazla olduğunu soruyor. ben de ona güneş sistemi dışı gezegen (exogezegen) araştırmalarının şu sıralarda revaçta olduğundan ve şu ana (2009) kadar 300den fazla gezegenin bulunduğundan falan bahsediyorum.

heyecanlanıyor ve bunun üzerine; “eğer o gezegenlerde yaşam evrildiyse acaba onlara ne tür bir din tebliğ edilmiştir?” diye soruyor. okurken size komik gelebilir ama bence astrobiyoloji ve teoloji ortaklığında (astro-teoloji) çok-disiplinli süper bir araştırma konusu olur, halkın ilgileceği bir konu olduğu için çok güzel parasal destek bile bulunur.

bu yazımda astro-teolojiden bahsetmeyeceğim.

bu yazımda karl mannheim’dan devşirdiğim “biliminsanları modern toplumun dini ulemasıdır,” önermesine şahane bir örnek teşkil eden, dünya benzeri Kepler-22b gezegeninin keşfi ve bunun halkın tahayyülündeki yansımalarından bahsedeceğim.

belki daha önce duyduğunuz üzere, exogezegenlerin peşine düşen Kepler uydusu dünya boyutlarına yakın yaşam şartlarının oluşabileceği bir yörüngede bulunan bir gezegen bulduğunu yakın zamanda ilan etti. gazetelere bomba gibi düşen bu haber, kapitalist evren tahayyülünün, en temel bilimlerin bile ifasına nasıl karıştığı, bunların toplumdaki algısına nasıf nüfuz ettiğine dair şahane bir örnek teşkil ediyor.

daha önceki yazılarımda da bahsettiğim, halkın evren tahayyülü ve varlık bilincinin hatırlarsınız umarım. genel olarak, gündelik yaşantıda karşılaştığımız zahiri olayların ardında yatan gerçeklikle ilgili olan fikrimizi belirliyor bu bilinç. bu yeri geldiğinden kürtlerin “ırkları nedeniyle” elektrik çalmaları oluveriyor, yeri geliyor bir odaya sığdıralabilecek muktedir illuminatinin iplerini çektiği kuklavari olaylar bahsoluyor. bu tür sosyal vakıanın çarpık ve “sağ” algısında herhangi bir temel bilimcinin ne suçu var sorulabilir. burada sorulması gereken asıl şey, temel bilimcinin araştırmasının nesnesi değil, o nesneyi nasıl ve neden araştırdığı.

nasıl araştırdığı üzerine söylecek çok şey var, ama burada neden dünya dışı gezegen araştırıldığını soracağım.

  • dünya dışı yaşam bulmak.

önce dünyadışı yaşamdan kasıt ne bunu konuşmak gerek. biyolojik evrim basamaklarında, ilk aminoasitlerin nasıl oluştuğu önemli sorulardan biri. bunların kimyaya, çevreye bağımlı olup olmadığı da ilginç bir araştırma konusu, örneğin geçen yıl arsenik içinde gelişen dna’ların keşfedildiği ilan edilmişti (twitter’da yalanlanmak üzere). aslında bu açıdan farklı dünya dışı gezegenlerin keşfi, bu gezegenlerin teknolojinin mümkün kıldığı mertebede atmosferlerinin incelenmesi, bu atmosferde bulunan moleküllerin öğrenilmesi büyük önem taşıyor.

bu konuda çalışmalar, teorik modellemeler ve teknolojik becerilebilirlik çalışmaları şeklinde devam ediyor. aslında şahsen bu çalışmalar beni heyecanlandırıyor. kimyacı, biyolog, atmosfer fizikçileri ve astronomların beraber çalıştığı bu araştırmalar, “hayat” ile ilgili çok önemli sorular soruyor.

ancak zurnanın zırt dediği yere en güzel örnek, önemli exogezegen astronomlarından lisa kaltenegger‘den dinlediğim bir sunumunda gerçekleşti. gezegen atmosferinin incelenme çalışmalarını anlatan kaltenegger’e yöneltilen, eğer moleküler düzeydeki bir hayattan bahsediyorsak astrobiyoloji çalışmalarının neden güneş sistemi içindeki olası yaşam mekanlarına değil de, araştırması çok daha külfetli olan güneş sistemi dışına yönlendirildiği minvalindeydi. cevap ise, europa’nın altındaki balıkları merak ediyorsanız buyrun biz akıllı yaşam arıyoruz şeklindeydi.

kısacası bu hırçın cevap benim için exogezegen araştırmacılarının gizli veyahut açık yaklaşımını çok güzel özetliyor. ana amaç akıllı yaşam bulmak.

  • dünya dışı akıllı yaşam bulmak.

burada akıllı yaşam ne bunu tartışmak lazım (savunma bakanlığının türk insansız hava aracı tamlamasındaki kelime esprisi minvalinde konuyu dağıtmadan devam edelim). akıllı yaşam dediğim kardashev metriğine göre farklı teknolojik düzeylerde olabilir. bu teknolojik düzey, kullanılan enerjinin kaynağına göre belirleniyor. mesela güneşlerinin enerjisinin sadece ışıma kısmını kullabilen içten yanmalı motor ve füzyonu icadetmiş medeniyetler tip I, güneşlerinin nükleer enerjisini doğrudan kullanabilenler tip II, galaksilerinin enerjilerini kullanabilenler tipII şeklinde tasnif edilebiliniyor.

bu açıdan bakıldığında, teknoloji düzeyi bizimkinden farklı olan bir yaşama rastlamak ve bunu farketmek için bu türle benzer teknolojik düzeyde olmamız gerekiyor. bizimkinden düşük düzeydeki bir teknolojiyle karşılaştığımızda onların bize bilgi iletmesi imkansız iken, yüksek düzeydeki bir teknolojiye rast gelirsek onların mesajlarını yakalayarak deşifre edebilemeyeceğiz. hatta bunu yüksek düşük uygarlık olarak bile değil, benzer farklı olarak bile yorumlayabiliriz. bu açıdan akıllı yaşamdan anladığımız, endüstriyel tarım ile besinini sağlayan bunun da şehirlerde özelleşmiş emek ile batı medeniyeti tarzı teknolojiye dönüştüren, katı yakıt ve transistör kullanan bir güruh olarak düşünebiliriz. yani avcı toplayıcı ya da hayvancı göçebe bir kültür bile olsa bunları ne farkebileceğiz ne de akıllı yaşamdan sayacağız.

bu noktada ideolojinin ilk duvarına çarpmış bulunuyoruz. akıllı yaşam dediğimiz, ispanya’dan portekiz’den yola çıkıp, amerika kıtasını keşfeden conquista’nın kafasındaki ne ise hala o. açık açık konuşalım, akıllı yaşamdan kastımız, avrupalı beyaz bir erkek, ya da bunu emüle edebilmiş bir insan. bu açıdan, afrikalıyı, hintliyi, amerika yerlisini insandan aşağı şekilde teorize eden ve incelemeye alan bir batılı zihniyetinin yansımalarının bizzat aynısını, dünyadışı yaşam araştırmalarının nesnelerinin tahayyülünde görüyoruz.

hani işi tersine uygulayıp da, ufolarla bizi ziyarete gelen uzaylı mitini tartışırsak; orada da konu edilen, dünyanın doğal kaynaklarına göz koymuş (genelde su konu edilir), inekleri üzerinde bilimsel deneyler yapıp, insan kaçıran bipedal (simetrik iki ayaklı iki bacaklı) varlıklar. bu beyaz adamın kendinden daha üstün bir sömürgeci korkusundan başka bir şeyi yansıtmıyor. doğal kaynaklara el koyulması var, teknoloji (ufo örneğinde genelde radyasyon) ve bilimsel deney ile doğaya zarar var, insan kaynaklarının vatanlarından koparılarak başka memleketlere/dünyalara götürülmesi var. bu örneklerin hatırlattığı marx’ın kapitalizmin sömürünün özü olarak sınıflandırdığı; insan emeği ve doğanın doğurganlığının birlikte sömürüsü. bir yandan insanlar kaçırılarak, bir vatanlarından koparılma simülasyonu yaşarlar ve dölleri çalınarak türün kendini yeniden üretmesine el koyulurken; diğer yandan insanlığın tür olarak hayatta kalmasını sağlayan doğal kaynaklara göz dikiliyor ve doğanın kendini yenilemesine ket vuracak şekilde zarar veriliyor.

“kapitalist tarımda tüm ilerleme bir sanattır; sadece işçiyi emeğinden soyma sanatı değil, ama toprağı da soyma sanatıdır; verili zamanda toprağın bereketini artırmak için girişilen tüm ilerleme, toprağın uzun vadede doğurganlığını yok etmeye gidiştir.”

-kapital cilt 1

son olarak da uzaylılara, neden dünyaya açıkça saldırmadıkları sorulduğunda da genel olarak alınan cevap, insanların nükleer bombalarının olması ve çok vahşi olmaları oluyor. yani sömürgeci/ezilen diyalektiğinde, sömürülene yapılan babar/vahşi isnadını üzerine alabilecek kadar suçluluk duygusuna sahip bir bilinç altımız var anlaşılan. [*]

e tabi bunu yapan sadece avam halk değil, yeri geldiğinde stephen hawking bile olabiliyor. işin iyice komik yanı, benim edebi analiz olarak yaptığımı hawking’in açıkça söylemiş olması. huffingtonpost haberinden:

“akıllı yaşamın, kendimizin karşılaşmak istemeyeceği şekilde nasıl evrilebileceğini görmek için sadece kendimize bakmamız yeterli. gezegenlerindeki doğal kaynakları tükettikleri için, büyük uzak gemilerinde varolduklarını hayal edebiliyorum. bu tür ileri uzaylılar büyük ihtimalle göçebeleşerek, ulaşabildikleri gezegenleri kolonize etmeye çalışıyor olabilirler.

“eğer uzaylılar bizleri ziyaret ederlerse, sonuç büyük ihtimalle kristof kolomb’un amerika yerlileri için pek de hayırlı olmayan, amerika kıyılarını ilk ziyareti gibi olabilir.”

her neyse, çok uzattım. akıllı yaşam konusundaki gerçekçi olmayan bilinçaltı (ve yer yer üstü) tahayyülümüze gereken cevabı elbet ki stanislaw lem, solaris romanında cevap veriyor. romanın kendisinden çok, arkaplanı daha doğrusu romanın doğrudan önsözü bu sorunu gayet güzel ortaya koyuyor. romanın hikayesini hatırlarsak, insanoğlu bir bilinç dedektörü icadediyor, ve bununla bilinç barındıran bir gezegen keşfediyor. ancak gezegene ulaşıldığında anlaşılıyor ki, gezegenin kendisi bilince sahip varlıklar barındırmıyor, aksine kendi başına bir şuura sahip. kendisi gibi bipedal bir yaşam bekleyen insanlık hayal kırıklığına uğruyor, çünkü insanlığın asıl derdi dünya dışı yaşam bulmak değil, konuşup anlaşabileceği ama daha da önemlisi kavga edebileceği kendinin bir ayna yansımasını bulmak. ancak bilinç ya da şuur dediğimiz şeyin gerçekliğinin yanında bu beklentinin kendisi başlı başına çocuksu.

dünya dışı akıllı yaşam arayışı beklentisi, beyhude, çocuksu hatta bir nevi sömürge suçluluğu güdüsü ise exogezegen arayışının bir tek akılcı açıklaması kalıyor:

  • dünya kaynaklarının tükenmesi

aslında bu yazıda konu etmek istediğim ana konu budur, ve bunun en berrak ifadesi yine hawking’den geliyor. bakın yukarıdaki röportajından sonra ağustos 2010’da ne demiş?

“doğayı değiştirmemizi sağlayan teknolojik becerimiz arttıkça iyi ya da kötü için ilerledikçe, nüfusumuz ve dünya’nın doğal kaynaklarını kullanımımız da eksponansiyel olarak artıyor. ama genetik kodumuz geçmişte evrimsel avantaja sebep olan, bencil ve saldırgan içgüdüleri taşımakta. gelecek bir milyon yılı, bin yılı bırakın, gelecek yüzyılda dahi felaketten sakınmak zor olacaktır.

“uzun vadede hayatta kalmak için tek şansımız, dünyada kalmayarak uzaya doğru yayılmak.”

hawking’in diskurunu okuyup, “e tabi böyle giderse soyumuz tükenebilir,” diyebilirsiniz. ancak buradaki sıkıntı hawking’in söyleminin altında yatan ideolojik ön kabulleri. bunlar neler:

“insanoğlunun teknolojik ilerlemesi iyi yada da kötü için doğayı tahakküm altına almakta.”
burada hawking tarihin alanına girerek, sosyo ekonomik bir analiz yapıyor. insanın doğayı tahakküm altına aldığı tarihsel dönemi ve bölgeyi dünya tarihinin ana öğesi olarak alıyor. hadi ismini de koyalım, avrupa merkezcil 17. yüzyıldan başlayan erken kapitalist dönemden itibaren yaşananları, dünya  tarihinin ana belirleyicisi olduğunu ima ediyor.

tabi bazı ekososyalistler, özelleşmiş tarıma geçmemiz gerektiğini, asıl zararın burada başladığını da söylüyorlar (kaynak burada götüm). bunu düşündüğümüzde de elimizde avcı toplayıcı olarak geçirilmiş 200bin yıllık homo sapiens var. buna bakarak insanlık tarihinin ana belirleyicisini sanayi devriminden sonrasına yani son 200 yıla hapsetmek basitçe batı merkezcil anlayışa bir iltifattır.

bir diğer sorun, kapitalist sömürgeci ilerlemenin insanoğlunun “fıtratında” olması. elbette bunu genlerle ifade etmek çok daha sofistike, ancak güncel çalışmalara bakarak böyle bir sonuca ulaşmak çok güç. konunun uzmanı olmamakla beraber, populer bilim yayınlarında okuduğumuz kadarıyla evrimsel davranış biçimlerinin arasında yarışmanın olduğu kadar, yardımlaşma da önemli bir yer tutuyor. ancak bunu bir kenara bırakırsak, zaten buradaki çarpıklık da insanın sömürgeci, vahşi ve bencil “fıtratından” iradesini ortaya koyarak sıyrılamayacağı inancı.

sorun daha çok, toplum bilimsel araştırmanın öznesi olan insanın, değişmez bir determinizmle hakeret eden atom parçacıkları misali şuursuzlukları. kendine has bir bilinci ve algısı olmayan insanların, onları yıkıma sürükleyen durumun farkına vararak ondan uzaklaşma ihtimallerinin olamaması.

star trek next generation’da hawking, einstein, newton ve data ile poker oynarken. kısacası hawking bozmaz dedik çok bozdu.

bu durum marxist epistemolojinin, pozivist algının ötesindeki en önemli farkını örneklendiriyor. tarihin nesnesi olduğu kadar, öznesi de olan kitleler tarihi değiştirme yetisine sahipler. bu oluşun varlığının garipsemek de bu yazının çizmeye çalıştığı başlıca ironi zaten:

güncel tahayyülümüzde artık her şey mümkün. uzaya gidebilir, başka gezegenleri kolonize edebiliriz ama yokoluşumuzu engellemek için sosyal politika üretmemiz imkansız. bu bazen kendini sağlık sistemi reformu imkansızlığında gösteriyor, bazen de doğaya zarar veren enerji santrallerin durdurulamayacak olmasında. ilerleme kaçınılamaz, enerji ihtiyacımızı bir yerlerden kaşılamalıyız, bu çevreciler de her şeye karşı, ama çözüm ne vs vs.

kısacası astrofizik sayesinde, “başka bir dünya mümkün” demek yerine “başka bir dünya zaten var” diyebiliyoruz. astrofizik gibi tamamen dünya dışı olması gereken, üstüne üstlük stereotipik pozitif olan bu bilimin bile gündelik hayata ideolojik etkisi ve siyasal algıda yarattığı tahayyül, muhafazakar ekonomik politikanın (kapitalizm olarak okuyunuz) söylemini destekleyici olabiliyor.

[*] burada bir not, district 9’ın senaryo olarak bu kadar özgün olabilmesinin bir nedeni de büyük ihtimalle sömüren/sömürülen ilişkisinde geleneksel hikayeyi ters yüz ederek, beyaz-adamı aslında olması gereken yere, yani sömürgeci pozisyonuna koyması.

astrofizik: beyaz-adamın sömürgeci tahayyülü (sen haksızsın hawking ve sana laflar hazırladım)” üzerine 4 yorum

  1. Bloğa yorum yazmak da ayrı bir stresmiş yahu, nereden başlayacağımı bilemedim, sanırım benim de bu konuda yazmam lazım ama kim bilir ne zaman, neyse.

    Yazının bana iki katkısı oldu; ilki benim “bunlar bizi kandırıyorlar inanmayın” yaklaşımım bir çeşit komploculuk olduğunu fark ettim. “Saçmaladıklarını nasıl fark etmezler.” diye şaşırdığım zamanlarda oluyordu ama genel olarak bu dış gezegen araştırmalarını kitlelere “Sizi başka dünyalara götürecez, uçuracaz, uçacaksınız.” propagandası olarak değerlendiriyordum. Senin yazınsa durumu daha çok kendi ideolojik körlük ve koşullanmalarına bağlıyor sanki, yanlış anlamadıysam. İkincisiyse astro-teoloji önerin, harika fikir, şiddetle destekliyorum.

    Biyolojiyle ilgili iki nokta, “evrimin basamakları” yaygın olarak kullanılıyor ama Lamarckçı bir söylem o yüzden kaçınmak lazım, “evrim süreci” denilebilir onun yerine. Bir de şu insanın doğası ve genler olayı var, sonunda sen de diyorsun gerçi ama insan davranışının genler ya da evrimle açıklamaya çalışmanın biyolojik bir dayanağı yok o yüzden yardımlaşma da var demek gereksiz, ne varsa var bu biyolojiye indirgenemez ve insan/toplum bilimlerinin konusu olmalıdır. Bir de son olarak şunu diyeyim, insan doğasına dair edilecek her laf bilimselliğinden önce ideolojiktir.

    Son olarak “astrofizik gibi tamamen dünya dışı olması gereken, üstüne üstlük stereotipik pozitif olan bu bilimin bile…” demişsin ya. Oradaki “dünya dışı olması gereken” kısmı tam olmamış gibi belki “astrofizik gibi araştırma nesnesi tümüyle dünya dışı… bir bilim” desen daha iyi olurmuş sanki. En azından benim anlayışıma göre bilimin nesnesiyle öznesini ayıramayacağımıza göre nesne istediği kadar dünyanın dışında olsa da gözleyen dünyadan baktığı sürece gözlenen insanî süreçlerden etkilenecektir.

    1. yüzyıllar sonra gelen cevap olarak:

      evet abi, komploculuk da bir yerde önemli bazı şeylere işaret ediyor. bu gibi durumlarda da “bilmiyorlar ama yine de yapıyorlarcılığa” tekabül ediyor.

      diğer bu evrim yorumlarıma çok yorum geldi. genetik olarak yardımlaşma ile türün sosyal gelişimini biraz ayırmak gerek sanırım. anladığım kadarıyla biyolojik evrimin dışında, genetik değişikliğin dışında ürettiğimiz kültürel, umrani pratikler beyin işleyişimize dahi etki edebiliyor ve ölçülebiliyor. mesela şurada http://discovermagazine.com/2010/sep/25-modern-humans-smart-why-brain-shrinking/article_view?searchterm=Richard%20Wrangham&b_start:int=1 yapılan bir araştırmaya yerleşik hayat beynin küçülmesine neden oluyor, bu da yardımlaşmanın getirdiği rahat yaşantı nedeniyle. toplu akıl, bireyin düşünme ve hazırlıklı olma sıkıntılarını azaltıyor.

      her neyse.

      diğer bir konu da bu pozitivizm mevzuu. önerdiğin çözüm güzel, orada eğreti duran pozitivist yorumunun nedeni newton yasalarının, genel göreliliğin kısacası mekanik yasalarının uzay tahayyül edilerek yazılmış olması. bu açıdan fiziğin temel bilimler içindeki yeri ayrı, aynı zamanda da fiziğe soru yaratan alan olarak uzay, branş olarak da astronominin yeri farklı. bunları anlatmak istemitim.

ferayebend için bir cevap yazın Cevabı iptal et