türk akademisinin kanayan yarası – araştırma görevlileri

değerli hocalarımızdan celal şengör çok isabetli bir yazı yazmış ve çok isabetli noktalara parmak basmış. konumuz TÜRK üniversitelerinde asistan yani araştırma görevlisi zulmü.

bildiğiniz gibi yıllardır, akademinin kanayan yarası asistanlarımız yıllarca doktora kisvesi altında kâh askerden kaçarak, kâh memurluk zırhının arkasına saklanarak KAMU KAYNAKLARIMIZI sömürmektelerdi. üniversite kadrolarını ve kampüsleri dolduran bu güruh, çoğunluklarından da güç alarak çokça ses çıkarmaktalar, köşe yazarlarımızı, profesörlerimizi ve yasa koyucularımızı tehdit etmekteler. işte celal hocamız, bu tehlikelere göğüs gererek, ve solculuğun markalaşarak bir populerlik göstergesi olduğu şu günlerde korkmadan gerçekleri ifade etmiş. asistanlar, idare ve öğretim üyesi baskısı yüzünden doktoralarını bitiremiyor olabilirler ama bunun suçlusu yine kendileridir. bu gerçeğe binaen devletin uyguludağı 50D yasasını destekliyor ve İTÜ asistanlarının çıkardığı yaygarayı kınıyor.

sengör01

Okumaya devam et

bebek katili devlet (ama düşündüğünüz şekilde değil)

kürtaj konusunda çok şey yazılıp çizildi. her zaman olduğu gibi ben yine geriden geliyorum. ne emrah göker‘in akp’nin neokemalist rahim politikasına ekleyebileceklerim var, ne de kürtajın tarihsel arkaplanını ferhunde özbay kadar iyi anlatabilirim.

ayrıca sivil toplum da kişisel haklar çerçevesinde tepkisini koymakta gecikmedi, bianet’in “kürtaj hakkı” kampanyası ve hemen ardından kadıköy yürüyüşü gerçekleşti. verilen tepkiler, ve yazılan ayrıntılı incelemeler üzerine ekleyecek pek bir şey kalmıyor, ancak bu hareketliliğe koyulan muhafazakar tepkilerden anlayacağımız üzere, bireysel haklar savunusunun doğuracağı retorik sıkıntılar ufukta şimdiden gözükmekte.


“zaten teşhirciler” olarak özetlenebilecek “kürtaj savunuculuğu orta-üst sınıfın ahlaksızlığıdır” retoriği sosyal medyanın ötesine yazılı medyaya da sızmış durumda. akp kurmayı söylemi öncülü vakit ve bugün‘e bir göz atmak yeterli.

bu açıdan, işaret etmek istediğim bireysal haklar savunusunun ötesinde, bir devlet politikası olarak uygulanan ve özünde nüfus artışı amacı bulunan kürtaj yasağının daha da genel olarak kadın üretkenliği üzerinde kurulan yeni tahakkümün, yapısal sonuçlarını tartışmaya açmak, ve mümkünse bunu sayılarla yapmak.

devletin şu an sahip olduğu sağlık olanaklarının insan sağlığı üzerindeki etkisini aynı şekilde devam ettireceğini kabul edersek, hesaplarıma göre,

rahimde sonlandırılmayan her 146bin gebelik, yaklaşık 3370 bebeğin ölümüne neden olacak,

ayrıca

anne başına 3 çocuk projesinin maliyeti ise 11800 bebek ve 120 annenin gebelik nedeniyle ölümü olacak.

kısacası eğer devletin derdi gerçekten yaşama hakkı olsaydı, siyaset üreterek bebek ölümlerini engelleyebilirdi. hesabın ayrıntıları aşağıda

Okumaya devam et

cinayetin parası neyse veririz

bir ay önce, sanat ve istihdam üzerine sosyal medyada önemli bir tartışma yaşandı. nedeni de baştroll’ün “devlet eliyle tiyatro olmaz, özelleştireceğiz” demesiydi. bunu fırsat bilen şablon liberallerimiz, aslında vergilerinden devlet tiyatrolarına pay ayrılmasının ne kadar yanlış olduğunu bütün nüktedanlıklarıyla ilan ettiler. dikkat çekilen iki ana nokta vardı. biri bütçe ile alakası olmaması nedeniyle batıl kalan, “kemalist devletçi kültür” iken diğer önemli ve tehlikeli nokta ise, tiyatrocuların kadrolu istihdamının kabul edilemezliği idi.

yaşanan bu tartışma akp’nin neo-osmanlıcı gösterip neo-liberal vurması ve bunun propaganda altyapısı ile ilgili çok önemli doneler veriyor.

ironinin nedeni de şu, geçen hafta baştroll uludere konusunun çok uzatıldığından zaten de ailelere gerekli tazminatın ödendiğinden bahsetti, bunu da “tazminatsa tazminat” şeklinde inanılmaz sağduyulu bir şekilde ifade etti. devletin rasyonel bütçe kullanımı ile ilgili konuşmaya bu kadar meraklı antimilitarist liberallerimizden de pek göze çarpan bir muhalefet görülmedi.

son dönemdeki devletin savunma ihalelerine baktığımızda çıkan sonuç şu:

bu nedenle bu yazımda liberallerimize seslenmek istedim, devlet cinayetlerini sol iç hesaplaşmaları kadar dert etmiyorsunuz, bari askeri bütçeyi, devlet tiyatroları bütçesini eleştirdiğiniz kadar eleştirin.

Okumaya devam et

akademide paryalaşma: bir almanya örneği

Avrupa’da Üniversite standartlaştırılması adı altında yüksek öğretimin değişimi devam etmekte. Her ülkenin kendine has yüksekeğitim modeli değişime uğrayarak, genelde amerikanvari olarak adlandırılabilecek bir merkezi sisteme evrilmekte. Bu değişimin neoliberal bir yeniden şekillendirme olduğu, değişimin en hızlı geliştiği ve zaten bu gibi konularda da öncü olan Hollanda örneği üzerinden erken dönemde dillendirilmişti [1]. Amaçlananın piyasanın talep ettiği uzmanlaşmış, esnek çalışma şartlarına hazır işgücünün emek piyasasına eklenmesinin yanı sıra, yükseköğretimin geçirdiği değişimin, aynı zamanda üniversitedeki bilim pratiğinin ve kurumsal işleyişine de bir müdahale olduğu yazılmıştı.

Bu geniş kapsamlı değişim Türkiye’de de gözlenmekte. Sürecin bütüncül etkilerinin yanı sıra, fakülte ve dolayısıyla sektör bazlı gidişatını anlatan kitaplar piyasada bulunabiliyor [2]. Biraz bu küçük deneyimlerin, büyük resmi anlamaktaki önemine özenerek, diğer yandan da bir bilim emekçisi olarak kişisel deneyimimi anlatma isteğimden yola çıkarak Almanya’da doktora sürecinde karşılaştığım kurumsal sorunlar, bunların bir nevi analizi ve bunun yanısıra değişime paralel olarak gelişen politik tepkilerden bahsetmek istiyorum. Çünkü son kertede Türkiye’de yaşananlar ile yapılacak karşılaştırmalı bir kurumsal dönüşüm tartışmasının, Türkiye’de akademinin gelecekteki mücadelesine dair önemli veriler taşıdığı fikrine sahibim.

almanyadaki öğrenci eylemlerinin (bildungsstreik) sembolü. hayır dsip ile ilişkisi yok onlardan önce students for a democratic society ve sozialistischer deutscher studentenbund bu sembolü kullanmaktaydılar.

Okumaya devam et

genç siviller ve pragmatizmin batağı

attığım başlıkla sizleri biraz 70lere götürerek, aydınlık sosyalist derginin ayrılığı özelinde, mahir çayan çevresinin, doğu perinçek çevresi ile ideolojik polemiklerini hatırlatmak istedim. ancak bu yazımda sol içi ideolojik bir ayrılıktan bahsetmeyeceğim. bahsedeceğim şey genç sivillerin artık bir çok politik alana nüfuz etmiş politik pragmatizmi. yazının 70lerin polemikleri ile tek bağlantısı ise benim buna karşı takındığım, internetlerde insanları canından bezdiren, saldırganlık ve bıçkınlığım.

son bir kaç aydır genç siviller ve bu grupla ilinti olan insanları özellikle twitterdan takip ederek komik bulduğum söylemlerini “dadaist liberalizm” terimiyle diyezlemeyi (hashtag) kendime görev edindim. benim için önemli olan, her dadaist liberal söyleminin kendine has bir politik arızayı temsil etmesi ve bunların tartışılması iken, konuşulmayan şey bu, yeni yeni dallanıp budaklanan liberal hareketin diğer alanlara difüzyonu ve genel arızaların buralardaki izdüşümü.

Okumaya devam et